20 Ekim 2010 Çarşamba

Kısa kısa notlar

(1)
41 Tin aslında bir tek kitap olmayacak.
Bir kaç kitaptan oluşan bir proje.
Târihteki Kür Şad ve 40 çerisinden esinlenilmiş.
Ama bu târihte değil 2090'lı yıllarda geçiyor.
41 tâne karakter var.
Bu karakterlerin her birisi, veyâ bâzen bir kaçı birlikte olmak üzere, tümünün özel hayâtı anlatılıyor.
Ama her birisinin aslında iki tâne özel hayâtı var.
Bunlardan birisi "Yapay Yazgılama" cihâzındaki hayatları
Diğeri ise, günlük yaşamdaki.
(2)

Seçkin Abacıoğlu nâm-ı diğer Geçkin Kişi , Kür Şad'a mektubu 2094 yılında yazıyor.
(3)
41 Tin, 41 çeriyi temsil ediyor.
Tin sözcüğü kullanıldı, çünkü alttan alta; "Türk târihinde zorluk dönemi olduğunda birtakım tinsel özellikleri olan kahramanlar açığa çıkar" denmek istiyor.
(4)
Ancak kitapta Türkçülük vurgusundan çok; insânları köleleştiren Robotçular ile Başkaldırıcı-Toplumcu kesim arasında bir savaşı anlatılıyor.
(5)
Bu savaşımda Robotçular ve Başkaldırıcılar Türkler ile sınırlı değil, insânlık târihinin başlarından beri bir savaşım içerisindeler, her kültürde robotlaştırıcılar ve toplumcu başkaldırıcılar var denmek isteniyor.
Örnek:
Skolastik Düşünce= Robotlaştırıcılar
Rönesans Yanlıları=Başkaldırıcılar

Şu anki Cemaatçi İslâmcılar=Robotlaştırıcılar
Bireyi kendi ayakları üstünde durmaya çağıran aydınlar=Başkaldırıcılar
(6)
Burada, dinlere doğrudan Robotlaştırıcı denmek istenmiyor.
Aksine, Muhammed zamanında
Putlar üzerinden duygu pazarlayanlar=Robotlaştırıcılar
Muhammed gibi, onların karşısında "Tek Tanrı" inancını önplâna çıkarma yolu ile Robotlaştırıcı'lara karşı gelenler = Başkaldırıcılar
(7)
Ama kitapta, başkaldırıcı olarak başlatılan İslâm gibi hareketlerin, kısa zaman içerisinde bireyi önplâna çıkaramadığı ve tarikatleşmeyi durduramadığı için, Robotlaştırıcıların elinde bir köleleştirme aracı hâline geldiği gerçeği vurgulanıyor.
(8)
Bu yolla, tüm insânlık ırkların ve dinlerin üzerinde 2 kısma ayrılarak düşünülmelidir deniyor.
1- İnsanlar bireyleşmeli, aydınlanarak topluma entegre olmalı ve kendi ayakları üzerinden durmalıdır diyen Başkaldırıcılar.
2- İnsânlığın büyük kısmı aptaldır, sömürülmeyi hakeder, ve onlar hiç bir zaman bireyleşmemelidir diye düşünen Robotçular
(9)
Dünyâ târihi ırkların ve dinlerin savaşımı gibi görünse de, bu savaşların kışkırtıcıları, insânları kendi bireyliğinden alıkoyan Robotlaştırıcılardır deniyor.
(10)
Geçkin Kişi şunu farkediyor.
-Varoluş anlamsız olduğundan kişiler dünyaya fırlatılmış gibi hissederler.
-Bu şaşkınlık içerisinde, kimileri kendi anlamlarını yaratmaktan ürtüğü için Cemaatlerin, mankurtlaştırıcıların, kısacası Robotlaştırıcı kesimin kölesi olur.
- Bundan kurtulmanın ve insânları aydınlığa kavuşturmanın tek yolu, bireyliği önplâna çıkarmaktır. Kişilere balık verip onların farkındalıklarını öldürmek yerine onlara balık tutmak öğretilmelidir.
-Ancak ailenin önemi vurgulanmalıdır, lâkin aile kişiyi pısırıklaştıran sıcak bir yuva olmaktan öte, onu bireyliğe hazırlayan , onu toplumsallık içerisinde doğru iletişim kurmağa sevk eden bir alıştırma ortamı olarak kurgulanmalıdır
-Toplum bir bilgi birikimi olarak tasarlanmalı ve bu yolla Bireycilik ile Toplumculuk aynı noktada uzlaşıya vardırılmalıdır.
(11)
Kitaptaki ara ara göndermeler, projedeki diğer kitaplara yapılan atıflardır. Yazılacak olan o kitaplardan alıntılardır.
(12)
Öncelikle, zaman ayırdığın için teşekkür ederim.
Ben bu projenin bir kaç kitabını yazacağım.
Muhakkak zayıf noktaları vardır ancak zamanla ve inançla hepsini düzelteceğiz.
Bu projenin ilk kitabı olduğunda, aslına bakarsan eksiklikleri çok da önemsemiyorum. Çünkü eksiklikler, diğer kitapları yazmak açısından bize şevk verecektir.
Eksikleri diğer kitaplar ile kapatalım, çelişkileri diğer kitaplar ile yamayalım derken kocaman bir külliyat oluşacaktır.
(13)
Kitapta ara ara , ileriki kitaplara atıflar var demiştim.
Bunlar hakkında yazayım.
(14)
Her biri aslında 41 Tin'den bir kahramanı anlatan kitaplar olacak. Bu Tinler'den birkaçı:

(KANIK) Kanıkey:
-Kazak kızıdır, ancak adı Kırgız destânı olan Manas'tan alınmadır. Bu yolla Kazakların ve Kırgızların ayrılmaz bir bütün olduğuna değineceğiz.
-Kanada'da yaşar.
-Ressâmdır, bu yönü ile sanatçu rûhu taşır. 41 Tin içerisindeki Bilge Tinler sınıfındandır.

(SEMETEYÇİ) Tınıbek:
- Semeteyçi; Manas Destânı'nın 3 bölümünden (Manas, Seytek, Semetey) Semetey'i ezbere bilen ve bunu halka kopuz çalarak yayan ozana denir.
-Tınıbek Kırgız'dır. Lakâbı ise, ozanlığından ötürü Semeteyçidir.
-Ancak o Manas destânına değer vermekle birlikte asıl gâyesi, Thales'ten, Aristo'ya, ondan Tûsî'ye , Farâbî'ye tüm filozofların târihini beyitler hâline getirip kopuz çalarak kendi halkına aktarmaktır.
Böylece anlıyoruz ki Tınıbek de, 41 Tin'in bilgeler sınıfından.
- Yolu Kazak olan Kanıkey kız ile kesişecek.

-GEÇKİN KİŞİ (Seçkin Abacıoğlu)

- Türkiye Türkü'dür.
- Epilepsi hastası olduğundan ayrıntıları aşırı derecede farkeder. Bu yüzden kuşkucudur.
- Başkaldırıcı olduğu için devleti elegeçiren Robotlaştırıcılar tarafından sürekli dışlanmıştır.
- Hastalığını öğrendiğinde karısı tarafından terk edilmiştir.
- Romanın asıl târihinde (2094) 50 yaşında olacaktır. Ancak geçmişini Kür Şad'a yazdığı mektuptan öğreniyoruz.

DİLMEÇ (Dildâr Kajârî )
-Güney Azerbaycan (İrân Azerbaycanı) Türkü'dür.
-Tüm dillere karşı inanılmaz bir ilgisi var.
-Kuzey Kore- Güney Kore ayrılığını , Azerbaycan- İrân Azerbaycanı ayrılığına benzettiğinden ötürü, Kore'ye ayrıca ilgisi var.

KORELİ ANNE (LEE Inna)
-Inna Kore Dili'nde "Yüksek Tepe" demektir.
-41 Tin'den değildir, ancak onları gönülden destekleyecektir.
-Kocası, Kore'deki Robotlaştırıcılar tarafından köleleştirilmiş, beyni yıkandığı için kızı LEE San ile kendisini bırakıp gitmiştir.
-41 Tin'in aydınlanma konusundaki sâmîmiyetine inanır. Onları, Robotlaştırıcıları yenebilecek tek güç olarak görür.

KORELİ KÜÇÜK KIZI (LEE San)
- San Kore Dili'nde "Dağ" demektir. Bu sâyede Anne ile kızın adlarının bir "Dağ" metaforuna gönderme yaptığını anlıyoruz.
Bu dağ Teñri Dağdır.
-Küçük kız, Robotlaştırıcıların biyolojik silâhlarından ötürü hastalanmıştır.
-Doktor ile annesinin konuşmasını içeren atıf küçük kız üzerinedir.

(15)
Bunu şu blogda yazmıştık:

Dorka =

-Çocukluk döneminden, gençliğine kadarki dönemi anlatılan başkahraman.



Raniça=

-Dorka'nın platonik aşkı.



Kür Şad =



- Askerî kişilikli

- Strateji uzmanı



Cüce =

-Dorka'yı Yeraltı şehrine kaçırıp, zorla dövüşlere sokan kişi.

-Yeraltı şehrinin kurucusu...



Seçkin Abacıoğlu =

-"Seçkin olmaktan geçtim, Geçkin olmayı seçtim" sözü üzere, lakâbı "Geçkin Kişi"dir.

- Epilepsi hastası

- Yazılımcı

- Kuşkucu



Emre ve Ahmet=

-Dorka'nın en iyi arkadaşları.



Cengiz=


- Emre'nin Babası.



Kanıkey Türükuul =

-Kazak Türkü

-Ressam

-Kanada'da yaşıyor.



Dildâr Kajarî =

-Güney Azerbaycan (İrân Azerbaycanı) Türkü'dür.

-Kendi adı olan Dildâr'a benzerliği ve Tercuman olmasından ötürü lakâbı "Dilmeç"tir.



Kaan Bey=


-İleri teknolojiye sahip yeraltı şehrinde yaşayan bilim adamlarından.
-Beyin nakli ile, bütün beyinleri tek bir beden de toplayıp, o beden ile bütün diğer bedenleri kontrol etmeğe uğraşan bir bilim adamı...
-İyi niyetli. Çok çalışkan.


Hindistan'da bir kâhin kadın =

-Sadece bir kehanetini yazmak istiyorum; ayrıntılı bilgilere daha ileri safhalarda yer verilecektir.
" “

...

Bir zindan mı sayılır şimdi, dışarıdaysan içerisi? Ve yere düştüysen, artık sana yuva mı sayılır, o kocaman ağaç? Rüzgârla, dans edebilmeyi öğrenmez isen, öylece duramazsın düştüğün yerde.

...

"

Geçkin Kişi'ye kehanetini anlatmaya böyle başlar.


Sefil =


-Çöpten ekmek toplayan yaşlı bir teyze.


"41 Tin ( Yapay yazgılama )" kitabından.
(16)
Gamze Hanım, yazdıklarınıza şunları ekliyeyim:

1-Semeteyçi: Kişiliği, serinin öteki kısımlarında anlatılacak olmalı. Ancak; araştırmalarımdan öğrendiğim şudur ki, Manas destânının; \"Manas\", \"Seytek\", \"Semetey\" diye üç kısmı var. Semeteyçi bunlardan, Manas\'ın oğlu Semeteye hayrân olmalı ki; Manasçı olmak yerine Semeteyçi olmayı seçmiş bir Kırgız Türkü.
Ve Türkiye\'de yarışmaya katıldığı târihe (2011) bakılırsa, Semetey ile ilgili kesit, onunla ilgili yazılacak olan kitapta, yapay yazgılamadaki yaşamından alıntılanmış olmalı.

2-LEE Inna: Koreli Anne, diye geçiyor. Inna \"yüksek tepe\" anlamındadır.

3-LEE San: Koreli Anne\'nin kızı. Acâbâ hasta olan o mu? Çünkü Doktor , anne ile konuşuyor ve umudunu tüketmemesi gerekiyor.

Bu arada farketti iseniz, Anne ile kızın adlarının mânâsı aynı, ikisi de \"Dağ\" metaforu ile ilgili.

Bu metaforun neden kullandığını ancak, serinin ilgili kitabında algılayabileceğiz.
Ancak bildiğim kadariyle Koreliler Tûrânî bir ırk, Türklerin Robotlaştırıcılar ile yapacağı savaşta doğrudan 41 Tin içerisinde olmasalar da yardımcı olacaklarını tâhmin ediyorum.
Acabâ buradaki Dağ metaforu bu yüzden Tûrânî ırkların Teñri Dağ\'da buluşmasına dair bir gönderme mi?
Bununla birlikte Koreli\'lerin Arirang adlı Türküsünün değişik varyasyonlarında \"San\" sözcüğü bir kaç gez geçiyor.
4-Prof. Kaan Bey: Bu bir tür ateist bilge, Dorka\'nın bu kişi ile din yönündeki konuşmaları nefis.

Şimdilik esen kalın, tekrârdan görüşmek üzere

16 Ekim 2010 Cumartesi

Geçkin Kişi'nin Kür Şad'a mektubu... ( Tamamı )

~~~~~~

3 Mayıs 2094

Kür Şad,

Buna benzer mektuplar, seninle birlikte 39 kişiye daha gönderilecek. Sana öncelikle söyleyeceklerim şunlardır ki:

Yazılan düşünceleri okumak zorunda değilsin.
Okuyanlar çıkacaktır, engelleyebilir misin?
Okuduğun düşünceleri anlamak zorunda değilsin.
Anlayanlar çıkacaktır, engelleyebilir misin?
Anladığın düşüncelere inanmak zorunda değilsin.
İnananlar çıkacaktır, engelleyebilir misin?
İnandığın düşünceleri uygulamak zorunda değilsin.
Uygulayanlar çıkacaktır, engelleyebilir misin?
Uyguladığın düşünceleri yaymak zorunda değilsin.
Yayanlar çıkacaktır, engelleyebilir misin?

Ancak; duyarlılığın-vurdumduymazlığın, algın-ahmâklığın, şüpheciliğin-bönlüğün, tutarlılığın-tutarsızlığın, içtenliğin-yapmacıklığın bu beşinin azlığı veyâ çokluğu ile doğrudan ilgilidir.
Bu zıtlıklardan herhangi birisine daha yatkın olanlar çıkacaktır, engelleyebilir misin?

Varoluşu, "engellenemeyen oluşlar" belirler.
Tam da bu yüzden, "gereklilikler" yoktur, "kendiliğindenlik" vardır; "amaç" yoktur, "oluş" vardır.
Tam da bu yüzden, "keşkeler" ile "maalesefler" anlamsızdır; "olmuş olan" , "kendiliğindenliğin" tek çıkar yolu idi.
Tam da bu yüzden, "oldu".
Olan oldu ise, artık olacaklara odaklanmalıyız.
Ancak, anlık bakıldığında kötü imiş gibi görünen durumların; uzun vâdede düzen ve uğur getirebileceğine bir kanıt olurmuşçasına, yaşamımın son dönemleri boyunca bir dert olarak gördüğüm epilepsi hastalığım sâyesinde gerçeklerin ayırdına vardım.
Bu hastalığın birçok çeşidi ve her çeşidinin bir çok sebebi olduğundan, benimkine sunulan tedâvî yöntemleri kalıcı mânâda yanıt vermedi. Ancak beynime bilgisayar yazılımları aracılığı ile bir takım kodlar işlenerek ve sürekli kullanmam gereken ilaçlar aracılığı ile krizlerim azaltılabilmişti.
Bu türden bir hastalık işitip işitmediğini bilmiyorum. Ama epilepsi hastalığı; beyinde meydâna gelen elektriksel düzensizliklerin bir sonucu olarak, kişinin bâzen saatlerce bilincini yitirmesine sebep olur. Kişi epilepsi krizi geçirdiği sırada bilincini yitirdiği için, ayıldığında kendisini hiç bilmediği bir yerde bulabilir. Çünkü, her ne kadar kriz birden bire gelse de, krizin öncüsü olarak belirli bir zaman boyunca kişinin aklı bulanıklaşabilir, uyurgezerlerinkine benzer bir bilinçsizlik içerisinde gittiği yeri bilmez hâlde yol alabilir.

Ayrıca; epilepsi beyinsel bir hastalık olduğundan ötürü, kriz sırasında, beynim birtakım halüsinasyonlar üretiyordu. Bunlardan birini anlatayım.
Düzgün bir işim, yavaş yavaş güzelleşen bir aile ocağım ve sevdiğim bir eşim varken; birden bire, mel’un bir illet olarak gördüğüm bu hastalığa yakalandım. Krizlerin sıklaşıp aşırılaşmasından ötürü, mesleğim olan yazılımcılığa odaklanamaz, bilgisayar programları kodlanırken izlenmesi gereken algoritmaları tâkib edemez duruma gelmiştim. Tüm gelir kaynağım olan mesleğimi icrâ edemediğimden, evime yiyecek ekmek götüremez olmuştum. Zâten, devlet Robotlaştırıcılar’ın eline geçtiğinden ötürü; benim gibi Toplumcu-Başkaldırıcı kesimden olanlar hor görülüyor, devlet kademelerinden dışlanıyor her türlü sosyal güvenceden mâhküm bırakılıyor, baskı yoluyla susturuluyor ve eziliyordu. Eşim, tüm bu olanları kaldıramayacak kadar zayıf birisi idi, üstüne bir de maddî sıkıntılarım eklenince, hasta hâlimle beni terk etti.
Robotlaştırıcıların baskıları, eşimin terk edişi, yuvamın dağılması, maddî imkânsızlıklarım ve buna bağlı beslenme eksikliğim, arkadaşlarımın veyâ yoldaş zannettiğim kimselerin benden ardı ardına yüz çevirmesi; yüreğimde, tinimde onulmaz yaralara yol açmıştı. Zâten, eskiden beri aramın iyi olmadığı Tanrı kavramından iyice uzaklaşmış; işi, ona karşı küfre kadar vardırmıştım. Hastalığa yakalandığım ilk anlarda, içimde ateşli biçimde, bu hastalığa yakalanan öteki kimseler hakkında, bilgi edinme arzusu taşıyor, târihî epileptiklerin listelerini çıkarıyor ve düşüncelerini anlamaya çalışıyordum. Kısa bir süre sonra, içimdeki bu öğrenme isteğini tümüyle yitirdim. Ancak o sıralarda çok ilginç bir ayrıntı gözüme çarpmıştı. Tarihî epileptiklere baktığımda; bir kısmının, belki de zâten günün belirli anlarında dünyevî olmayan kurgularla örülü bir evrende yaşıyor olmalarından ötürü, kendilerini dinî vecde fenâ hâlde kaptırmış, dindârlar tarafından bile aşırılıkla itham edilmiş olduğunu öğrendim.
Hattâ kimisi, kiliseden aşırılığı yüzünden aforoz edilmiş, bu yüzden kendi iç dünyâlarında farklı bir din yaratmış ve olağan dindârlık ile çelişecek kadar katı bir dinciliğin içine gömülmüş idi.
İşin garip yanı şuydu ki, onlardaki bu dinî aşırılaşma süreci bende tersine işlemiş, beni tam bir Tanrı karşıtı hâline getirmişti.
Tanrı’ya kızgındım. Dünyanın dört bir yanında insânlar acı içinde iken ve bunun kalıcı bir çözümü, hiçbir zaman bulunamayacak iken; göreli olarak iyi durumdaki insânların kendi hâllerine şükretmelerini bencillik; Tanrı sevgisini ise; bir tür ”Stockholm Sendromu”, bir tür “cellâda olan aşk” biçiminde algılıyordum. İşte, en şiddetli halüsinasyonlarım bu dönemde baş gösterdi.


Vefâtından beri her ay aksatmadan uğradığım annemin mezârına mersin bitkisinden kopardığım dalları ekmeye gidiyordum. Başım döndü, krizin geldiğini anladım, ancak bunu umursadığım zamanları çoktan aşmıştım. Her şeyi oluruna bıraktım, mezâra kadar, krizin etkisi ile yarı esrik biçimde yürüdüm. Mezâra geldiğimde iş işten geçmişti, bacak kaslarımı kontrol edemiyordum. Ama genel krizler gibi şiddetli de değildi, yarı bilinçli idim. Gündüz görülen bir tür karabasan gibi idi. Sırtüstü yere yığıldığımda inanılmaz bir takım olaylar meydana geldi. Önce, arkamda İsevîlerin ikonalarındaki melek tâsvirlerine benzer kocaman bir yaratık fark ettim. Sırtım yere yapışık olduğundan, arkaya doğru ona bakarken çenem yukarı kalkık, saçlarım ise toprağa gömülü idi. Onun ise gövdesi dik, çenesi bir sola bir aşağı gider durumda idi, faltaşı gibi açılmış gözleri ile beni izliyordu. Ürkmüştüm, irkilip kalkmak istedim, ama kaslarıma söz geçiremiyordum. Sırtüstü yattığımdan ve zâten kısmî kriz durumunda olduğumdan nefes almakta güçlük çekiyordum. Yaratık kafasını oynatmayı durdurdu ve “Hâlen başkaldırı içerisinde misin?” dedi. Çift sesli idi, konuşurken aynı anda hem dişi hem de erkek insân sesine benzer iki ayrı ton algılıyordum. Ardından aynı ses tonu ile “Tövbe et! Başkaldırıdan vazgeç, ve yaratıcıya itaat et!” dedi. Ben herhangi bir yanıt verebilecek durumda değildim, çok ürkmüş ve şaşkın idim. Çenesini bir sola bir aşağı oynatışlarını birkaç kez tekrârladıktan sonra, “Hâlen başkaldırı içerisinde misin?” diye tekrârladı. Ancak bu sefer daha da ürkünç bir şeyler algıladım. Yaratık “Tövbe et!” diye her haykırışında; elimdeki mersin ağacı dalları, mezar taşları, küçücük otlar, çam ağaçları sanki benim de onlara uymamı bekliyorlarmış gibi hep bir ağızdan “Tövbe!” diye bağrışıyorlardı! Bizim gibiler için “Korkuyorum!” demek, aileden birine “Seni seviyorum!” demek kadar zordur bilirsin. Ama, o an gerçekten çok korktuğumu îtirâf etmeliyim. Ardından krizim doruk noktasına ulaşmış ve bilincimi tümüyle kaybetmiş olacağım ki, ayıldığımda kendimi mezârlıkta, başımdan ve alnımdan kan damlamış durumda buldum. Buraya ne için geldiğimi hatırlamak bir yana, sorgulayamıyordum bile. Zihnim krizin etkisinden çok ağır bir biçimde kurtulup açıldıkça, yanımdaki mersin ağacı dallarının anımsatışının yardımı ile annemin mezârını ziyârete geldiğimi, mezâra varırken kriz geçirdiğimi yavaş yavaş hatırlamaya başladım.
Ayıldığımda nerede olduğum bir yana, kim olduğumu bile güçlükle hatırlıyor olmam kendimi iğrenç bir boşluğun içinde hissettiriyordu. Varoluşun anlamsızlığı en çok o anlarda beynimde cirit atıyor; üzüntüler-sevinçler, hırslar-yılgınlıklar ve benzeri bütün karşıt düşünceler birbiri içerisinde eriyor, anlamını yitiriyordu. Bilincim, yerine yavaş yavaş gelirken, erimiş durumda birbiri içerisinde bulunan duygular, karşıtlıklarını, sözde anlamlarını yeniden kazanıyor ve varoluşun kendisi de, bunların sözde anlamları ile örülü bir biçimde yeniden, anlamlı imiş gibi görünmeye başlıyordu.
Krizlerden sonraki bu “anlamdan kopuş-anlama dönüş” evreleri, içimde bir tiksintiye sebeb oluyordu.
İşte, ileride Yapay Yazgılama içinde olduğumu fark etmeme sebep olacak yeteneğim, tam da bu yüzden gelişmeğe başlamıştı. Çünkü sözünü ettiğim tiksinti, zamanla buna karşı bir savunma mekanizması geliştirmeme neden olmuştu. Şöyle ki; bilincim yerinde iken sürekli olarak, sanki ağzıma takılan bir ilâhî mırıldanıyormuş gibi “Ben, Seçkin Abacıoğlu’yum. Kendimi hangi zamanda ve hangi mekânda bulursam bulayım, bir kriz içerisinde olabileceğimi, beynimin yarattığı halüsinasyonlar tarafından rahatsız edilebileceğimi bilmeli, her an hazırlıklı olmalı, hemen o zamanın ve mekânın bilincine varmalıyım! ” diye tekrârlayıp duruyordum. Müslümânların Allah’a, Nasranîlerin İsâ ve Meryem Ana’ya, Mûsevîlerin Yahova’ya yakardıkları gibi, ben de kendi beynime, bilincimi açık tutması için yakarıyordum. Bu süreçte, bu söylediklerim benim bireysel dualarım hâline gelmişti. O kadar ki, artık rüyâlarımda bile aynı sözleri tekrârladığımdan, sıradan dünyâda olmayacak durumlarla karşılaştığımda , içimden : “Demek ki, şu an ya rüyâdayım ya da kriz hâlindeyim!” diye geçiriyordum. Krizlerimden ayılmam ve bilincimin yerine gelmesi bu bireysel dualar sâyesinde hızlanmıştı. Tekrâr tekrâr okuduğum bu yakarışları örerek, beynime bilinçli bir savunma mekânizması kodlamıştım.
“Yapay Yazgılama” yöntemi ile bilincime erişip onu denetimleri altına almaya çalıştıkları sırada da, sözünü ettiğim bu savunma mekânizması kendini göstermişti. . O anki durumum bir bakıma, hipnotize edilemeyen insânlarınkine benzetilebilir.
Yapay Yazgılama algoritmasının yazılımcıları, tepkilerimi analiz ettiklerinde; bu sanal hayata ayak uyduramadığımın, eski benliğime ait bilincin sürekli açığa çıktığının ve çift kişilikli bir sanal yaşama sıkışıp kaldığımın ayırdına varıp, durumu Şaman’a bildirmişler
Şaman yapay yazgımda gelip yakama yapıştı ve “Neden gündelik yaşamına ayak uyduramıyorsun, yoksa gövdenin diğerlerinden değişik olmasından mı yakınıyorsun?” dedi. Bahsettiğim savunma mekanizması sâyesinde bir tür hayâl içerisinde yaşıyor olduğumu anlamıştım. Önce olan biteni sıradan bir epilepsi krizi zannetmiştim, ancak Şaman’ın, yazılımın sağlıklı yürümesini sağlamak için beynime girip müdahalede bulunuşları sıklaştıkça, “Yapay Yazgılama” içerisinde olduğuma dair herhangi bir kuşkum kalmamıştı. Bundan Şaman’a bahsedince, adı Toplumcu Ordu olan tarafın ileri gelenleri toplanmışlar ve bana yeni bir görev önermişlerdi. Şaman; Yapay Yazgılama’daki hayatımın güncel târihinden yaklaşık 34 yıl sonra doğduğumdan; gövdemin, Yapay Yazgılama bilgisayarına bağlı bulunduğundan, toplumcu bir ordunun beni üstün bir kişi olarak belirleyip; benden başka 40 üstün kişi ile birlikte bir tür sanal yaşama, sınav ve eğitim için gönderdiğinden bahsetti. Şaman’ın söylediklerine göre; Yapay Yazgılama’daki yaşamımızda, bilgisayar tarafından üretilen gündelik olaylara verdiğimiz tepkilere göre, hem karakter analizimiz yapılıyor, hem de bu gündelik olayların eğitici nitelikte olması nedeniyle kişisel gelişimimiz sağlanıyordu.
Toplumcu Ordu adlı tarafın ileri gelenleri toplanıp, bu 41 üstün insan içerisinde bana ayrı bir görev yüklemişler. Bana sunulan görev; sizlerin, Yapay Yazgılama algoritması içerisindeki hayatlarınıza, bana verilen yapay gövde ile sızmak ve benim sorgulamalarıma benzer olası sorgulayışlarınızdan sizleri soyutlayıp, bu sınav ve eğitim projesinin sağlıklı bir biçimde ilerleyişini sağlamaktı. Çünkü Yapay Yazgılama algoritmasının benim üzerimde düzgün çalışmaması, bu türden sorgulamaların yazılım algoritmasında bir takım istisnâlara, programın hatâ vermesine sebep olduğunu göstermişti.
Şaman’dan bunları işittikten çok zaman sonra, kendi araştırmalarımla; “Yapay Yazgılama” yönteminin, köklerini 2012 yılının başlarında bir Türk bilim adamının; Freudyen psikanalizin, çağrışımcılığın, hipnotizmanın, varoluşçu ve bireysel terapilerin, davranışçı kuramların ve buna benzer psikolojik analiz yöntemlerinin eksikliklerine çözüm arayışı ile başlayan bir dizi çalışmasından aldığını öğrendim. Bu bilim adamı bütünsel (holistik) bir bakış açısıyla, çevresine değişik bilim dallarından yetenekli uzmanları toplayıp bir kurul oluşturdu. Bu kurulda; kişioğlunun “düşünme-tasavvur-tasdik-terimleştirme“ yetilerinin evrimsel gelişim sürecini analiz edebilecek biyologlar; düşünme yollarını, biyolojik yapısının dışında da sistemli bir biçimde belgelendirecek olan mantıkçılar ve felsefe bilginleri; insânın atomik yapısını ve anılarının uzaydaki izlerini tâkib etmeye yardımcı fizikçiler ve tüm bunların analizlerini; Lisp, Prolog gibi yapay zekâya yönelik programlama dilleri; Java, C, Pyton gibi fonksiyonel programlama dilleri ve en temele inip Assembly kodlama kullanarak, ürünleştirme aşamasına erdirecek yazılım ve elektronik mühendisleri bulunuyordu.
Bu ekip, uzun süren çalışmalarının sonunda, 1980-2012 yıllarına ait gündelik yaşamdan alınan örneklerin kombinasyonları ile bir sanal evren oluşturdular. Bu yaşam örneklerı, sık karşılaşılmayan anılar yaşamış kimselerin yaşamlarından alınmış kesitleri de, sıradan kimselerin yaşam kesitlerini de içeriyordu. Babası tarafından tâcize uğrayan bir kız çocuğunun yaşam kesiti, annesini öldüren bir kâtilinki, ustasından azar işiten bir çocuk işçinin yaşam kesiti ve sıradan bir memurunki, mutlu bir ev hanımınınki ve benzeri kesitlerinden, simülasyon yöntemleri ile, istenilen biçimde kombinasyonlarla tek kişilik veyâ topluluğa yönelik yapay yazgılar oluşturuluyordu. Şu anki hâline göre ilkel denilebilecek bir yapıdaydı ve o çağdaki kullanım alanı “Psikolojik Tedâvî ” ile sınırlı idi. Tedâviye gelen hastanın sorunları dinlendikten sonra, kişinin anılarına benzer olarak seçilen yaşam kesitlerinden bir kombinasyon ile yapay yazgı oluşturuluyor, kişiye bu yazgı benimsetiliyor, kişinin bu sanal yaşamdaki tepkileri çözümlenerek, mağduru olduğu psikolojik rahatsızlığın kökenine iniliyordu. İstenildiği tâktirde, klasik grup terapisine bir alternatif olarak, çoklu yapay yaşamlar oluşturulup, birden fazla kişinin ortak bir yapay yazgıda, doğaçlama tiyatroya benzer değişik roller ile etki-tepki çözümlemeleri yapılabiliyordu.
Ancak; insan yapımı her sistem, çeşitli hatâlar barındırabilir. Örneğin; bu roller, çeşitli yaşam kesimlerinden kombinasyonlar ile elde edildiğinden, Yapay Yazgılama’da, kişinin gönderildiği kültür ile; kişiye yüklenen ad, soyadı, din, etnik kimlik gibi özellikleri çelişebilir. Veyâ somut kavramlar ile soyut kavramlar bulanıklaşıp kişinin algısında yer değiştirebilir. Bunlar yazılımsal teknik hatâlardır. Biliyorsun, senin Yapay Yazgılama’daki adın ile içine konulduğun kültür alâkasız idi.
Yapay Yazgılama'nın uygulama târihine dönecek olursak; o sıralarda bir yandan demokratikleşme akımları baş göstermekteydi. Devletin güvenlik güçleri, benim “sevgi faşistleri” diye adlandırdığım postmodernist bir kesim tarafından ağır dille eleştiriliyordu. Amaçları; temelini muhtemelen gayrimillîlikten ve kökensizlikten alan bir yıpratma idi, ama tüm faaliyetleri, istediklerinin tersi sonuçlara yol açtı.
Yapılan eleştiriler yıpratıcı idi, ama güvenlik güçlerinin modernizasyonu onların bu yıpratma amaçlı faaliyetlerinin sonucunda başlatılmıştı. Modernizasyon çalışmalarından birisi de psikolojik tedâvî amaçlı “Yapay Yazgılama” yönteminin kriminolojiye uyarlanıp, suçlu kimselerin belirlenmesi ve cezâlandırılmasına yönelikti. Çünkü “Yalan makinesi”ne eskiden beri güvenilmiyordu, kriminolojide adı bile anılmıyordu. İşkenceye dayalı yöntemler ise, sözünü ettiğim sözde demokratikleşme sevdâlıları tarafından ağır biçimde eleştiriliyordu. Bunun sonucunda modern yöntem arayışına giren güvenlik güçleri, psikoloji alanında 2012 yılından beri bilinen Yapay Yazgılama çalışmalarına hız kazandırmış oldu. Ancak iyi niyetle başlayan her şey, çok uluslu devlerin elinde, insânları; bireyliğinden ve ailelerinden koparan ağulu silâhlara dönüşüyordu. Bu devler, “Yapay Yazgılama”nın, insânın beyni ve dolayısı ile düşünceleri üzerindeki doğrudan etkisinin, onları robotlaştıma amaçlı kullanılabileceğini keşfettiler. Eskiden mankurtlaştırma veyâ çeşitli dinî önderlere bağlı târikatler aracılığı ile insânların bireyliği ellerinden alınarak köleler yaratılıyordu. Ancak yeni yöntemle ne mankurtlaştımaya, ne tarikat liderine, ne de uzun, masraflı telkin ve hitâbetle büyüleme yollarına gerek kalıyordu. Yapay Yazgılama’nın robotlaştıcı yönde çalıştırılmasına, eski yöntemler ile hazırda uyuşturulmuş bulunan cemaatler üzerinde denemeler ile başlandı. Cemaatin ibâdet yerlerindeki vecd hâlleri önce, aslında devasa bir bilgisayar olan “Yapay Yazgılama” salonlarına taşındı. Salonlara alınan kişilerin ele geçirilmesine; hayran oldukları târihî karakterlerin sözlerinden, onların târihe altın harflerle yazılmış fedâkârlıklarından bahsedilerek başlanıyordu. Ortamın havası metafizik gerilimin doruklarına ulaştığında, yapay yazgılama başlatılarak, kişilere bir simülasyon içerisinde, kendilerinden yüzlerce yıl evvel yaşamış bu târihî kahramanlarla; belki 12 havârîyle belki de sahâbelerle yan yana savaşma, yemek yeme şansı veriliyordu. Onlar derin hûlyâlarında iken, sinir hücrelerine ulaşan her bir sinaps Robotlaştıcılar’ın yazılımcılarınca analiz ediliyor ve çok uluslu devlerin amaçlarına yönelik olarak değiştirilip farklı bir düzene sokularak, etten-kemikten robotlar yaratılıyordu.
Lütfen, Yapay Yazgılama’nın târihine yönelik yazdıklarımı tekrâr gözden geçir. Ne demek istediğimi, ancak yüz yüze görüştüğümde tümüyle aktarabilirim.
Kür Şad, artık karamsarlığı, ağlaklığı bir yana bırakmalıyız. Ancak, şunu kâbullenmeliyiz ki: “Kişioğlunun tüm sorunları, Varoluş’un, özünde anlamsız olmasından ve içine fırlatıldığı bu boşluğu kendi çabaları ile anlamlandırmaya, onu anlamlı kılmaya çabalamasından kaynaklanmaktadır.”
Kişioğlu, neden-sonuç düzleminde düşündüğünden ötürü, sorgulamalarının doruk noktasına vardığında, Varoluş’u da neden-sonuç ilişkisi doğrultusunda sorgulamaktan kendini alamaz.

“Anlamlandırma” neden-sonuç ilişkisine dayalı düşünme yetisinin yan etkisidir.
Varoluş’u anlamlandırmaya çabalamak, aklın “neden-sonuç” ilişkisine odaklı olmasından kaynaklanır.

Kişioğlunun düşünebilme yetisine sâhib oluşundan evvel, “Anlamlandırma” diye bir kavram da olamayacağı için, “Anlam” da yoktu.

“Bu nedir?” veyâ buna benzer sorgulayışlar, kişioğlunun düşünme yetisi ile eşzamanlı olarak arttıkça , Varolanlar da, kişi algısında , tasavvurlar yoluyla biçimlenerek anlam kazanmaya başladılar.

Varoluşun kendisi , “Anlamlandırma” eyleminin başlayışından bağımsız olduğundan; Varoluş , bir anlam taşımak zorunda değildir.

Varoluş’a anlam katmağa uğraşmak, basit kişi aklının bir yan etkisi olan “ ancak ve ancak neden-sonuç doğrultulu düşünebilme yetisindeki eksiklikler ” den kaynaklanır.

Basit kişi aklının tek aracı; “Neden?” diye sorabilmek ve kendi yanıtını başka akılların sorduğu öteki “Neden?” sorularının yanıtları ile harmanlayarak tâtmin olmağa uğraşmaktır.
Tüm gücümüzü, bu türden bir anlamsızlığı, kendi çabalarımızla anlamlandırmağa harcamalı, en azından sorumluluğunu yüklenmek durumunda olduğumuz kimseler için yaşanılabilir bir dünyâ yaratmağa uğraşmalıyız.
“ Peki, varoluşun anlamsızlığını bildiğim hâlde, neden çalışmalıyım? Bu gücü nereden almalıyım?” diye soruyorsundur kendine. Kişioğlu da, öteki tüm varolanlar gibi, varoluşunu kesinleştirmek ve güçlendirmek adına , “varlaşmaya” başladığı ilk andan itibâren , çeşitli varoluşma araçlarını geliştirme eğilimindedir. Yani her “olgu” gibi kişi de, “var” kalacak ise, kendini geliştirmeğe programlıdır; çünkü “Varoluşma” hür bir seçim değildir, aksine “seçmeğe olan tutsaklığın” kendisidir.
Varoluşma, bilinçli bir eylem olmaktan öte, bir tür “kendiliğindenlik”tir. Bu durumda Varoluşun anlamsızlığını algılayabilmiş bir kişinin önüne iki seçenek çıkmaktadır. Bunlardan ilki, senin de tâhmin edebileceğin gibi “intihâr” etmektir.
Ancak, Varoluşma canlı olup olmamak ile alakâlı değildir. Canlılığın varoluşmaya bir katkısı yoktur. Varolanları; canlı-cansız, hareketli-sâbit veyâ benzeri gibi nitelikleri ile sınıflandırmak, anlamlandırmanın kişi için kaçınılmaz olan yöntemidir. Bu da demek oluyor ki, canlı veyâ cansız olmak, kişinin anlamlandırmasında bir değer taşısa da, tüm varolanlar (ki biz buna “Varoluşun kendisi” demiştik) açısından bir değer taşımaz.
Yani, kendini öldürebilirsin. Bu, sözde kendi irâdenle, özde ise; dış etkenlerin zorlaması ile, yâni aslında Varoluş sürecinin tümel-küllî irâdesi ile gerçekleşebilir.
Ancak gövdenin, canlı durumdan, cansız duruma geçmesi, Varoluş açısından ufâcık bir değişiklik olacaktır ve sorumluluğunu yüklendiğin kimseler acı çekmeye devâm edecektir.
Bu ise, çok açık bir biçimde ihânettir, korkaklıktır; anlamsız oluş bu gerçeği değiştirmez.
Böyle bir korkaklığı kendine yediremeyen ve varoluşun anlamsızlığının ayırdına varabilecek kadar yüksek zekâlı olma tâlihsizliğine uğrayanlar için artık tek yol kalır:
“Varoluşun anlamsızlığını, soluk aldığı her an duyumsamasına karşın, yaşamayı sürdürmek.”

Süren her yaşam, varoluşun anlamsızlığına bir başkaldırıdır, ’intihâr’ ise bu başkaldırının kanlı bir darbe ile bastırılmasıdır.
Bu kanlı darbeler, esâsında kişiye varoluşun anlamsızlığını bir unutturup bir hatırlatma yoluyla saldırır.
Üzülmek; bir unutuştan, bir uyku hâlinden uyanmanın belirtisidir.
Bizi üzen durumlar, aslında varoluşun anlamsızlığını hatırlatanlardır.
Aldatılmak; verilen bütün emeklere karşın; aldatana duyulan, aldatılana kadarki hislerin “boşuna” olduğunu bildirmek yolu ile varoluşun anlamsızlığını hatırlatır. Ve bizleri “aşk” diye adlandırdığımız, o tatlı uykudan, o kaçışımızdan ve unutuşumuzdan koparıverir.
Hastalanmak; tüm yaşam sevincine karşın, ölünebileceğini bildirdiği için varoluşun anlamsızlığını ve yaşamdaki tâtminsizliğimizi hatırlatır.
Ölüm; bütün didinip uğraşmaların sonucunda varlığın, toprak ile bütünleşeceğini bildirmek yoluyla varoluşun anlamsızlığını hatırlatır.
Toprak ile bütünleşme; ölümle sonuçlanacak bir döngünün yeniden başlayacağını bildirmek yoluyla, varoluşun anlamsızlığını hatırlatır.
Üzülmemenin yolu, varoluşunun anlamsızlığını unutmaktan, yadsımaktan değil onu bilmekten ve her an yaşamaktan geçer.
Hatırlamak değil, bilir durumda olmak gerekir.
Anlamsızlığı bilmek, karanlığı bilmektir.
Körler, ortamın karardığını ötekiler kadar fark edemezler.
Karanlığı fark edemeyenler, ışık yakmaya gerek duymazlar.
Işık yakamayanlar, anlamsızlık ile çevrelenmiş evren içerisinde, kendi anlamlılığını inşâ edemezler.
Bu konu tek bir mektupta elbette ki, tüm içlemi ve kaplamı ile ele alınamaz, ama şu an aklıma gelenleri yazacak olursam:
Bizim kaçınmamız gereken; kişileri cemaatleştirme-tarikâtleştirme yolu ile, ictimâî evrimin doğal bir parçası olan ailelerin ve bu ailenin bir öğesi olan bireyin birbirinden kopartılmasıdır.
Birey; cemaatleştirme yolu ile, kendi ailesinden ve bireyliğinden kopartılarak cemaatin, yani tek elden yönetilen o büyük çarkın bir dişlisi hâline getirilir.
İlk zamanlarda; güç kazanma, güce özenme, arkadaş edinme gibi nedenlerle, ufâk tefek temaslarla başlayan cemaâtleşme; en sonunda bireyin kişiliğini elinden alır ve onu kendi ideolojisinin bir silâhı hâline getirir.
Evet; cemaatleşmeye ve bireyin "kendi" olma yetisinin öldürülmesine karşıyız; ancak bu, kişilerin katı bir bencillik doğrultusunda, dünyânın kendi etrâfında döndüğünü düşünen ve menfî hazlara tapan bir hayvan hâline gelmesinden yana olmalıyız demek değildir.
Ne aileyi ve toplumu inkâr eden katı bireyselcilikten, ne de bireyleşmeyi öldürüp onu daha büyük bir organizmanın irâdesiz öğesi olmağa iten cemaatçilikten yanayız.
Öz ailesine bağlı, öz toplumuna yararlı; ama önce kendi bireyliğini, yâni kendi varoluşunu yaratabilmiş kişiler istemeliyiz.
Şunu bilmeliyiz ki; salt bireye dayalı herhangi bir başarının mümkün olup olamayacağı konusu bir yana, zevke tapınma ile temellendirilmiş menfî başarı arayışları sonuçsuz kalacaktır.
Çünkü gerçek başarı anı; onu gerçekleştirmeğe çabalarken, kişi beyninde binlerce kez hayâl edilmiş, binlerce kez yaşanılmış ve ona ulaşamamış olmanın tâtminsizliğinden kaynaklanan acı, kendisini 'zevk' olarak göstermiştir. Yâni, gerçek başarı varolurken, tüm zevki varolma yolunda tüketir.
Zevki veren; “doyum” değil, aksine “doyumsuzluk”tur. Yemekten zevk almak; “tokluktan” değil, “açlıktan” kaynaklanır.
Yanlış yolda olanlar; "bireyselciliği" varoluşun anlamsızlığına bir başkaldırıya değil de, zevke (yâni tâtminsizliğin verdiği acıya ) baş eğmeğe dayandırırlar. Onlar, bu türden bir zevk arayışının kendilerini özgürleşterdiklerine inanır. Ancak onlar, doyumsuzluğa düpedüz tutsaktır. Bunun bir nedeni de, başkaldırıdan kaçınmak için köreltilen mâneviyâtın ve kişinin yüksek duygularının sözü edilen bu 'zevk'i bile tam mânâsı ile algılayamayacak kadar körelmiş olmasıdır, oburların tad alma duyuları zayıftır.
Zevke dayalı bir bireyselcilik, ailenin ve toplumsal erdemin sonu demektir.
Ve bizler, cemaatleşip bireyliği unutmağa da karşı olmalıyız, çünkü gördük ki; her şeyi çirkinleştiren, o şeylerin "doğal süreç içerisinde edinilen" değil "dayatılan" kavramlar ile kurgulanıyor olmasıdır.
Konuyu; "birey olma" ve "cemaatin bir öğesi olma" düzleminde, dînin ve bilimin durumlarına bağlamak istiyorum.
Bilim, sorgulamalar üzerine kuruludur. Demek ki, varoluşunu sürdürebilmek için, sorgulayan bireylere gereksinim duyar.
Din, 'dogma' dediğimiz; değişmez ve sorgulanamaz kurallar üzerine kurulmuştur. Demek ki, varoluşunu sürdürebilmek için, sorgulamayan kişilere gereksinim duyar.
Her sistem, gereksinim duyduğu türden öğeler yaratır.
Sorgulamayan kimseler, varoluşun anlamını da sorgulamazlar.
Varoluşun anlamını sorgulamayan kimseler, anlamsızlığı duyumsayamazlar.
Bireyleşerek başkaldırmak, varoluşun anlamsızlığını bilmeyi gerektirir.
Anlamsızlığı duyumsayamayanlar, başkaldıramazlar.
Başkaldıramayanlar, bireyleşemezler.
Başkaldıran kişiler sorgulayanlardır; sorgulayanları bilim yaratır, din köreltir.


Ancak; şu an, ne yazık ki, bilim adamı olduğunu iddî’â edenlerin bir kısmı ile (biz bunlara şimdilik bilimciler diyelim) , dinciler arasında düzey bakımından bir ayrılık kalmadı.
Kür Şad, karamsar birisi olduğumu düşünme ne olur, ancak bugünkü durumu, yukarıda anlattığımdan daha karmaşık ve çözülmesi zor buluyorum.
Bilimciler, dogmacıların düzeyine çekilmiş ve onlarla, onların düzeyinde savaşmak durumunda bırakılmış.
Bunlar, aynı bataklığın içinde birbirlerine çamur atan iki kesim hâline gelmişlerdir. Aynı bataklığın çamurunu kullanıyor olmaları; bizlere, birbirlerinin argümanlarını çalıp kullanmak gibi yansıyor.
Birbirlerine çamur atarken, birbirlerini çamur ile besledikçe ağırlaşan, ağırlaştıkça daha da çok batan iki bataklık canavarı gibiler.
Dinciler, bir bataklıkta olduklarının bilincinde olmasalar da, batmağa mecbûr olduklarını sezdikleri ölçüde; bilimciler ise batmağa mecbûr olduğumuzu kâbullenmeseler de en azından çaba gösterip bu bataklığa bir çeki-düzen vermeğe uğraştıkları ve acılarımızı unutmamıza yardımcı oldukları ölçüde üstünler.
Dinciler; batıyor oluşumuzu kâbulleniyor, ama acıyı, kimsenin görmediği şeyleri vaad ederek gidermeğe uğraşıyorlar. Bu arada bataklığın çamuru ile o kadar kirleniyorlar ki, bilinçlerini yitiriyorlar, asıl amaçlarını unutup, târihî tâtminsizliğimizin, yâni henüz batmamış olmamızın yol açtığı acının verdiği zevke dalıyorlar.
Bilimciler ise, aslında zevk düşmanıdırlar. Çünkü acıya gerçekçi çâreler arıyorlar. Ancak, zevki öldürmeden, acıya ilâç olabilecek bir gerçeklik aramak ahmâkçadır.
Tek gerçek, acının kökeni olan bataklıkta oluşumuzdur. Bilimcilerin çırpınışları, bâzen daha çok batmamıza; dincilerin batıyor olmamız konusundaki tevekkülleri ise, bataklığın varoluşunu daha çok hissedip, daha çok acı çekmemize neden oluyor.
Ben, batıyor olduğumuz konusunda dincilere yakınım, ancak bataklığı hissediyor olmamızın verdiği acıları anlamlı imiş gibi görüp, batma sürecinde daha az acı çekmemiz için de; bilimsel çırpınmalara ve bunun dışında, edebî duygusallıklara muhtacız.
Ve Kür Şad, şunu da biliyorum ki, bu bataklığı, kişioğlunun yararına çevirebileceğimizi düşünenlere hak vermeli, onların yanında olmalıyız.
O hâlde, bataklık dediğimiz, bizim varoluşumuzun kendisinden başka bir şey değildir.
Çünkü aslında her şey bütünleşik tek bir şeydir. Biz buna, Teñ (Denk) diyelim. Çünkü bu türden bir varoluşta, mâhiyete delâlet ve varlık bir birine denktir.
Kişioğlu, bu bütünsel tek varlığı, yâni Teñ'i, (aslında birbirinden kopuk olarak varolamayan) "ayrı ayrı nesnelerin birbiri ile ilişkisi" olarak algılar.
Muhtemelen, evrimleşme sürecinde, Teñ'i tâsnif edip, kümeleyip bu biçimde algılamaya gereksinim duyduk. Örneğin; dalında asılı duran elmayı ayırt edip,
elmadaki enerjiye erişebilmek için, aslında tek bir bütün olan ağacı, en azından yaprak-elma-dallar gibi “ayrıkların ilişkileri” çerçevesinde düşünmeye eğilimli olarak evrimleştik.

Özetle; kişi, varoluşunun evrimsel süreci boyunca, yaşamda kalacak biçimde edinilen, buna göre programlanan algılama biçimi ile bağlantılı olarak; Teñ'in, ancak ihtiyaç duyduğu kısımlarını algılayabiliyor ve bu algılama, kavramsal tâsnif temel alınarak gerçekleştiğinden, onları ayrı ayrı nesneler biçiminde tasâvvûr ediyor.

Buradan; kişinin tümel istenç, İslâmî deyimle küllî irâde içerisindeki sözde hürlüğü konusuna varmak istiyorum.
Kişiye yüklenen, ona hür ve aklî davranabilme yetisi sağladığı düşünülen, İslâmî deyimle cüz’î irâde, daha çağdaş deyimle ise tikel istenç gerçek midir?
Yani kişi, seçimlerinde ne kadar hürdür?
Açıkça söylemeli ki; ben, cüz’î irâdeye zerre kadar inanmıyorum.
Sığ bir örnek gibi gelebilir, ama hepimizin kolayca anlayacağına inandığımdan şu yolu seçtim:
Bir bayanın sana âşık olduğunu düşün.
Senin seçmediğin, tamâmen genetik olarak aktarılmış olan gözlerinin pozisyonlarına, "Senin bakışına âşığım!" diyerek karşılık verir.
Senin seçmediğin zekânın bir ürünü olan esprilerine , "Senin mizâh anlayışına vurgunum!" diye karşılık verir.
Senin seçmediğin uzun boyundan, atletik yapından ötürü , "Senin yanında güvende hissediyorum!" der.
Sürekli "Sen" ve "Senin" der durur. Ama peki “sen” nerede kaldın? Gerçekte, onun veyâ daha genel sözle “ötekilerin” tanımlamalarının, etiketlerinin dışında bir "Sen" var mıdır?
Kısacası "Sen"; "ötekilerinin", ailenden aldığın genetik yapıyı, toplumsal ilişkiler doğrultusunda sana yüklemesinden başka bir şey değilsin.
İlişki içerisinde bulunan her olgu çifti, kendi göreli anlamlandırma sistemini yaratır ve bu sistemin çıktıları ile "öteki"nin varoluşmasına katkıda bulunur.
Bir anlamlandırma sistemine göre bize "hür" denilmesi bizleri gerçek mânâda erkin, hür kılmaz.
Cüz’î irâde, kişinin seçim özgürlüğü olmaktan öte, seçmeye olan tutsaklığıdır. Çünkü seçmemiz gerekenler bize dünya tarafından dayatılır.
Her birimiz, birer tiyatro oyuncusuyuzdur. Kendi yaşamsal rollerimizi, irâdemiz dışında hem oynuyor, hem de izliyoruz. Üstelik bu tiyatro oyununun senaristi de yok.
Senaryonun doğaçlanması, kişilerin ilişkileri sürecinde an be an oluşturdukları “anlamlandırma sistemi” içerisinde anlam kazanıyor, oluşan kavramların sistem dışında bir anlam taşıması gerekmiyor.
Burada aklına takılması gereken şu olmalı: "Kişisel irâdeye inanmayan birisinin bireyleşmeyi savunması çelişkili değil midir?"
Şöyle karşılık vermeliyim: Toplumlaşma süreci; özünde anlamsız olan varoluş içerisinde , "bireylerin birbirleri arasındaki " ve " birey ile doğa arasındaki" gibi bir yığın ilişki için birçok “anlamlandırma sistemi” oluşturdu. Aslında, hayvânî şartlanmalar ile açıklanabilecek basit etki-tepki durumları, toplumsal yaşama "kişi davranışları" olarak yansıdı.
Örneğin; genetiğimizi kopyalamaya ve bu yolla geleceğe aktarmağa olan hayvânî "eğilimimiz", toplumlaşma sürecinde duygusallıklarımızla süslenerek "aşk" kavramı hâline getirildi. Hayvânî açıdan bakıldığında herhangi bir sağlık problemi yaratmayacak cinsel ilişkiler, toplumlaşma sürecinde "nâmus" adlanan kânûnumuz aracılığı ile yasaklandı. Bunlar bir saplantı hâline getirilmediği tâktirde, insânlaşma sürecindeki kazanımlarımız olarak görülmeli ve bunlara sâhib çıkılmalıdır. İşte, insânın bireyleşmesi, bu kazanımlar doğrultusunda değerlendirilmelidir. Varoluşun anlamsızlığı üzerine, kendi anlamlandırma sistemimizi inşâ edip, yaşamımıza bu türden bir anlamlılık doğrultusunda devâm etmemiz ne kadar gerekli idi ise; aslında olmayan kişisel irâdeyi varsayıp bunun üzerine "birey"i inşâ etmek de o kadar gereklidir.

Birilerinin, küllî irâdenin rolüne bürünüp kendisini senarist ilân ederek, bireyleşmesi gereken insâna, kafasına göre roller biçmesini engelleyebilmemizin tek yolu, küllî irâdenin, insânın bireyleşmesi yolunda ilerlemesine birer vesile olmaktır.
Vesile, varolmak için kendi irâdesine ihtiyaç duymaz, sadece, oluverir. Vesile, olacak olanın gerçekleşmesi için bir kendiliğindenliktir.
Eğer; insân bireyleşecek ise, başaracağız ve küllî irâdenin bu yönde ilerleyişi için bir vesile olabilmişiz demektir.
Eğer; insân, küllî irâdenin rolünü çalmaya çalışan, ancak aslında diğer tüm ayrık olgular gibi küllî irâdenin bir parçası olan âcizlerce; robotlaştırılırsa, bireyliğinden koparılırsa mağlub olduk , yâni küllî irâdenin, kişinin bireyleşmesi yönünde işleyişine "vesile" olamadık demektir.
Bizim elimizden, sonsuz bir görev tutkusu ile kişioğlunun bireyleşerek erkin oluşu için çalışmaktan ve başarılı olmayı ummaktan başka bir şey gelmez.
Ancak; bireyleşmeyi savunmak, toplumculuğun gerekliliğini inkâr etmek değildir.
Toplumculuk konusundaki düşüncelerimi daha iyi anlatabilmek adına, sözlerime yaşamın bir savaş olduğu gerçeğine, kayıtsız-şartsız inandığımı belirterek başlamam gerektiğini düşündüm.
Bu gerçeklikten haz aldığımı düşünme. Ancak, savaşın gerçekliğini inkâr etmek bizi barışçıl kılmayacaktır. Kişioğlunun huzurlu bir yaşam sürmesini dilemek; onu köleleştirmeğe, makinesinin bir dişlisi durumuna getirmeğe uğraşan düşmanın bizim üzerimizde hâkimiyet kurmasını, bizimle maddî yönden işi bittiğinde, bizi bir kenara fırlatmasını beklemek değildir.

Yaşam, öylesine bir savaştır ki; yaşamın savaş olduğu düşüncesine karşı çıkanlar; kendilerini bir anda karşıt görüşlülerle fikir “savaşı” içerisinde bulur. Yâni savaşın önlenemez oluşuna, fikir savaşı ile de olsa karşı koymak, kendi içerisinde çelişkilidir. Yaşam ilk hâmlesini yapmış; “savaş” denilen gerçekliği inkâr edenleri, onlara bu görüşlerini savunurken bile “savaşmaktan” başka yol bırakmayarak, tek hâmlede yere sermiştir.
Yaşamın her ânının savaş olduğu bir ortamda; “kaçma” , “kendini koruma” , “gizlenme” gibi eylemler; yalnızca kişioğlu için değil, doğadaki tüm canlılar için hayâtî önem taşımaktadır.
Susayan bir ceylânın; orada tehlike olduğunu içgüdüsel olarak duyumsamasına karşı; su içmek için, su olan bir alana her gün yakınlaşması ne derece “doğal” ise, onu su kenârında yakalayıp midesine indiren timsâhın da bu hareketi o derece doğaldır. Bu hareket; doğanın,"üstün olanın yaşayışı" kânûnunu doğrular nitelik taşıdığından ötürü, ortada suç, dolayısı ile suçlu yoktur. Doğa deterministik (kesin sonuçlar doğuran nedenlere bağlı olan) bir biçimde ve işlemesi gerektiği yönde işlemektedir.
Doğa; insânı, akla sâhib olduğu için bu kurallardan muâf tutmasa da, ona özgü bir “kendini koruma” güdüsüyle, insanların toplumlaşmasını sağlamış, ona topluluklar hâlinde daha güçlü yaşayabileceklerini öğretmiştir. Öyle ki; toplum, kendisini oluşturan bireylerinin teker teker güçleri toplamından daha büyük bir güce sâhib, bu bireylerin herhangi birisinin psikolojisinden çok ayrı bir psikoloji ile hareket eden “akıllı organizma” hâlini almıştır.

Bu insan toplulukları ise, zamanla belirli toplumlara dönüşmüş; ayakta kalabilmek adına kendilerine, korumacı bir yürütücü güç niteliğinde “ülküler” edinmişlerdir.

Toplum; bir tür bilgi ve güç birikimi olarak düşünüldüğünde Toplumculuk ve Bireycilik birbirleri ile çelişmez, aksine birbirlerini besler. O yüzden, içimdeki tüm bireyciliğe karşın, bu türden bir toplumculuğa ihtiyaç olduğunu biliyorum.

İlk başta; Şaman’ın Toplumcu Ordu diye tanıttığı ordunun bu görüşler çerçevesinde oluşturulduğunu düşünmüştüm. Ama onulmaz kuşkuculuğum, içime tâtminsizlik tohumları ekmişti.
Mektubun ele geçirilme ihtimâlinden ötürü, daha fazla ayrıntıya giremeyeceğim.
Olan biten her şey, sığ görüntülerin ardında büyük bir gizlilik barındırıyor. Bu konudaki tâtminsizliğimi bir şekilde giderdiğimde seninle irtibâta geçeceğim.
Bu konuyu tam ayrıntılarıyla aktaramadığımdan, özetle şunu söylüyorum: “ Kişilere aşırı düzeyde güvenmeyi veya kişiler ile savaşmayı bırakalım, onlar savaşın görünürdeki piyonlarıdır.”
Demek ki Kür Şad; kişilere güvenmeyi bıraktığımızda artık tek güvencemiz, ona karşı sorumluluklar taşıdığımız toplumumuzdaki her bir kişinin bireysel varoluşunu sağlayan, onlara bilimsel sorgulayıcılığı aşılayan yol olacaktır.
Kür Şad'a, “Son Dilek”:
Sana bu yolda ne; içlerindeki baldan tatlı şarabını, altından çamçaklarıyla, çiçek yüzlü katunların sunduğu ve kenarlarında papatyalar açan uçmağ ırmaklarını, ne; pembe boyalı eşiğine, ak güvercinlerin konduğu bir yuva umudu verebilirim, aynı anda barındıran; Ege'nin deniz kokusunu, Bâbil'in ünlü asmalarını.
Ne de, seni ben; durmadan sayıklayarak korkutabilirim Kızıl Tamu'nun, başında devler bekleyen, ve de yakıtını kişioğlunun acısıyla süsleyen alev kazanlarını!
Belki sınırı aşıp senden, sende görmeyi ister gibi göz bebeğinin kara aynasına bakıp, özündeki "ben"i erkin kılışını dileyebilirim, silerek gözlerinin, bekleyişin acıtmasıyla döktüğü umut damlalarını. Yarınımızın kurtarıcısı olarak görüp onda seni, derim bir gün, yansıtarak tinimde biriken yaşam dersini:

"Bırak! O bilmezler; özlerini, bilginin tek iyesi sansın
Konuşsun altanlara dek, mutluluğu eğlencede arasın!

Sen; başın dik, gözlerin erekte, istediğin gerçek yaşamı,
Ağulu dikenlerle kaplı halatın ucunda bulmalısın!


Ya kolların kırılana dek çekeceksin 'acı' denen bu halatı;
Ya da ölümüne katlanıp, tırmanacaksın ki kurtarasın,
Az uslu, çok uluslu devlerin düğümlediği o yarını!

Biz gördük acı gerçeği, gezip ararken özge şanımızı
Pek iyice anladık ki, kişi tek başına bir hiç! Bir bencil!
Tek yolu bir bütün olmaktır; yenmenin, bu iğrenç yanımızı!

Düşün, Türk'ün erklik çağını tek an içinde; titre ve irkil!
Yürekteki tek ülkü; tek Türk yurdunda, tek üstün soy ve tek dil!"



















Kür Şad’a, “Son Öğüt”
Yazgın savaşta ölmekse ne mutlu sana,
Ne mutlu öz kanında boğulup yatana!

Nasıl ki gündüze gebe idiyse gece,
Küllerinden doğacaksın sen de öylece!

Her Türk'ün gönlüne dikilecektir tuğun!
Sen, ulu çerisi oldun Mete Başbuğ'un

Sızlanıp üzülmelere hiç gerek yoktur!
Acını gönlüne, gövdeni yollara vur!

Gönlündeki acılardan daha da yüce,
Bir başka güç aramak da nicedir nice?

Durma! Ey çölün sıcağı öylece, kavur!
Sevdiceğin iğnesini yellere savur!

Engelse iğne kirpikleri o güzelin,
Kılıcına varamaz ki bir türlü elin!

Değil mi ki bu kanı Çingiz'den almişsın,
Savaş! Sen eğlenmelere doğulmamışsın!
...
Kür Şad,

Hiçbir şey bitmiş değil, aksine her şey daha yeni başlıyor.
Caymayacağız.
Ödün vermeyeceğiz.
Yazgı bizi yeniden birleştirecektir.
Esen kal.

41 Tin serisinin ileriki kitaplarına birtakım göndermeler



                    2093 Ekim - Kanada
  ...
    Kural kuraldır. Eğer unutmak istiyorsan ölmek zorundasın. Unutmak demek ölmek demektir. Karşılıksız sevgiye düşen, elbet unutmayı ister, bunu da sevgisinin elinden ister.
 ...

                                                                                                                                                     
        2094 Nisan. Seul, KORYO (Birleşik Kore)
                                 LEE Inna / San
                                 Bir anne ile kızı.

     - Anneciğim, ufuktaki bu kızıllık neden? 
     - “İşte güneş batıyor yeniden, rüzgarda savurduğu bakışını, son gücüyle denize vuruyor sanki. Ve karanlık, çökecek de olsa güneşin üzerine, karanlığın ardında saklı aydınlık, perde aralığından bakacaktır yine. Sabah çiçekleri ile birlikte, perdeyi sonuna kadar açacaktır o aydınlık. Bil ki, gece ile aynı hızda ilerlersen, aydınlığı bulman zor olacaktır. Güneş ile hareket edersen, karanlıktan gelecekleri defetmen, kolay olacaktır. İşte güneş, son ışığını da kaybediyor denizin ufkunda. Ufuk göründüğü kadar uzak olmasa idi, güneşin güçlü ışıklarını ardına alamazdı. O ışık hep göz alırdı. İşte o zaman, karanlığı, aydınlıktan ayırt edemezdin, karanlık ve aydınlık her zaman iç içe olurdu. Aydınlık bile, karanlığı seven ama, karanlıktan korkan insanların emellerine alet olurdu o vakit. Ve bir insanın "vazgeçilmezlerim" defterinde, “karanlık” da yer alıyorsa ondan uzak durmalısın. O, karanlığı gerektiğinden fazla kullanır. İşte, aydınlık... ”

-------------------






            2094 Mart. Seul, KORYO (Birleşik Kore)
                                (LEE Inna / KIM Jin)
                                Bir anne ve doktor.


                                                                                                                                                     
   Umudunu hiçbir zaman yitirmemelisin. Her şey bir anda düzelebilir. Her yaşamın başka adımları olduğu gibi, her adımın da başka yaşamı vardır. ”

   
------------------

 


2094 Nisan. Han Nehri yakınları, KORYO (Birleşik Kore)
                              Dildâr Kaçkarî (Dilmeç)                                                                                                  
 “İşte güneş yeniden bir başka gün için batıyor, bir başka gün için doğacak. Bu, bazen başka bir hayat, bazen başka dostluklar için… Rüyadan kalkan, sarhoş bir güneş… Ve nasıl kalkarsa uykudan, belirleyebileceği seçenekleri o kadar kısıtlı olan sarhoş bir Güneş… Bu Güneş’e göre, bir rüyanın ardından, insanın nasıl uyanacağını, gördüğü rüya belirler. Gökteki en bilge varlık değil midir,  yerinde durmaktan değil de, etrafında dönenleri izlemekten sarhoş olmuş bu güneş? Eğer insan, rüyasında yeni bir arkadaş edindi ise, gerçek yaşamda gördüğü ilk yabancıya kanı kaynar; eğer insan, öldüğünü görür ise rüyasında, gerçek yaşamında gözlerini dört açar; eğer insan, rüyasında kendisini, sonsuz bir uçurumun kenarında görür ise, ne iyi geçirebilir gününü, ne de iyi geçirebilmek için bir çaba harcar. Bir de, rüyayı belirleyen de, insanın, bir önceki gün yaşadıkları etkili olur, bilge Güneş’e göre. Ve bu Güneş der ki, “Hayatı, öyle bir yaşa ki, ne bir önceki günün, rüyanı; ne de gördüğün rüyalar, gününü etkilesin”. Sonuçta, gökteki en bilge varlık değil midir,  yerinde durmaktan değil de, etrafında dönenleri izlemekten sarhoş olmuş bu Güneş?” 

 ------------------------


                                                                                                                                                        
                         2093 Ağustos. Kanada
                         Kanıkey Turukuul (KANIK)
                                                                                                                                                     
   Bir kış ki gelse, çatsa kapıma ve tir tir titretse korkularımı!  Ve o kış, parçalasa adeta zihnimin, yorgun kafatasını! Boşalıverse içindeki dertler ve buz tutsalar, birer birer. Kaçtığım bütün anılarımı beraberinde götürse gittiği yere o kış, çok yoruldum... Kendimle beraber, bedenimi de taşıdım bunca zaman, çok yoruldum… Bir kış ki gelse, çatsa kapıma ve anılarımı benden uzaklaştırsa! Onun soğukluğu, dindirir belki zihnimin yorgunluğunu. Gel kış, çat kapıma! Ceddin ile gel ki, kesinleşsin sana olan tutsaklığım, kesinleşsin yenilgim. Gel kış, çat kapıma. Ceddin ile gel ki, karşında bir kuru yaprak olayım, ama ağaçta bırak beni bir süre, az biraz da yukardan bakayım! “Bir yağmur tanesidir” bile olsa, alır beni zaten, bırakmaz orda! Düşmeyi de tadarım, ayaklar altına alınmayı da!
       Ey kış! Sen, bilirsin söyle! Bulutların feryad-u figanı mı şu yeri döğen? Yoksa gökyüzünün mü feryad-u figanı şu kara bulutlar? Yoksa sadece, anlamsızlığın çarkında dönüp duran, “basit bir su birikintisi” mi?

--------------------------
                                       2083 Aralık. Hindistan
                                       Bir kâhin kadın, Geçkin’e…

                                                           
                                                                                                                                                                               
    “Koca bir yol çizilmiş hattat elinden kahve fincanına. Karanlık çökse de üzerine, sen zaten kahve fincanında, bir çizgisin görünmeyen.
    Ey aciz insan! Sonsuz evreni, avuçlarının içine aldığını düşün! O zaman, evrenin neresinde olurdun? Hala, evren kadar büyük olmayı istiyor musun, giderek kaybolacağını, bile bile? Kendini bu evrene, yaşamanın ne olduğunu göstermekten başka, nasıl ispatlayabilirsin ki? Can olmadan, ne önemi var ki bu koca evrenin? Bu koca evrenin ve anlamsız varoluşun sırrı, doğada değil de, nerede? ‘Doğa’dır asıl deha, sonsuz evrene bile, varlığını ispatlamış sonuçta."


    
-----------------------------
2083 Aralık. Hindistan
                                       Bir kâhin kadın, Geçkin’e…

“Bir zindan mı sayılır şimdi, dışarıdaysan içerisi? Ve yere düştüysen, artık sana yuva mı sayılır, o kocaman ağaç? Rüzgârla, dans edebilmeyi öğrenmez isen, öylece duramazsın düştüğün yerde. Üzerine basan yığınla insan olur, sonra, seni evinin duvarını yapmak için malzeme olarak kullanır bir dişi kuş. Onun yumurtalarının yere düşmesini engellersin ilk başta ve yumurtadan çıktıklarında, o ufacık yavruları, dişi kuşun yavrularını korursun. En sonun da, ne dişi kuş kalır yuvada ne de yavru kuş... Sen ise, başka bir kuşun üzerine konmasını beklersin durduğun yerde, onun hikâyelerine boğulmak pahasına... Eğer rüzgâr ile dans etmeyi öğrense idin, ağaçtaki o eski yaşamını bile özlemezdin, sürekli uçmayı isterdin rüzgâr seni tamamıyla parçalayana dek! Uçmak... Uçmak... Uçmak... Havada süzülmek rüzgârla birlikte, ağaçtakinden daha yüksekten bakmak her şeye... Uçmak, güneşin tüm sıcaklığına rağmen, yağmurun tüm ağırlığına rağmen, rüzgâr ile tüm küskünlüklerinize rağmen... Öylece uçmak isterdin... Uçmak... Hiç bitmeyecekmiş gibi bu zevk. Ta ki; rüzgâr seni tamamıyla parçalayana dek! Yağmurun ağırlığını kaldıramayana dek! Güneşin sıcaklığında, tamamen kavrulup, katlanıverene dek!”

----------------


                                             2090 Aralık. Hindistan
                                 Bir kâhin kadın, Dildâr Kaçkarî’ye…                                                             

“Bir hikâye doğar, yazarın kaleminden. Bir hikâye ki, içinde gerçek gizlidir.  Bir de özür saklıdır geçmişteki yalanlara. Ve hitap edilen kişinin sorularına cevaplar saklıdır her yerinde.”


 ----------------------

                                             2090 Aralık. Hindistan
                                 Bir kâhin kadın, Dildâr Kaçkarî’ye…

 “Her şey ne basittir kitap okurken, okuman varsa…
  Ve su içmek, ne kolaydır israf etmek, fazladan varsa…
  Can yakmak da kolaydır arkan sağlamsa…
  Aslında düşünmek, düşünmemekten de kolay da, 
  Vaktin varsa…”

------------------------

                         2093 Ağustos. Kanada
                         Kanıkey Turukuul (KANIK)


   “Zaman yavaştır aslında. Hızlı olan insanın unutmasıdır. Kendi kendine zaman ne çabuk geçti dersin?  Ve aslında “Bir saniye bile çok uzundur”. Bu kısa cümleyi okurken bile, sadece bir saniye geçer ve insan bu bir saniyede binlerce yorum yapabilir: "Bir saniye bile çok uzundur…"

----------------



                                2069 Şubat. Türkiye
                                Geçkin Kişi, eski eşine…

Nedensiz başın döner, düşersin. Ya başını kaldıramazsın o an, ya da göz kapaklarına tonlarca yük konulur. Geçmişten, geleceğe...”
 -----------------



 
2083 Aralık. Hindistan
                                       Bir kâhin kadın, Geçkin’e…

   " Bir hikâye ki çıksa yazarın kaleminden... Yazar, gerçekleri anlatabilmek için yalanlar söylemiş olsa… Gerçekleri anlatabilmek için, yalanlar…”




                         2093 Ağustos. Kanada
                         Kanıkey Turukuul (KANIK)



“Geçecek olan zaman uzun da olsa sonsuz kadar, o kadar daha üzerine uzun bir zaman geçer, sonsuz kadar.”